13 Haziran 2014 Cuma

Vikingler

11. yüzyıl Viking halklarının en güçlü olduğu dönemdi. Kanunları çok iyi düzenlenmiş, vahşetleriyle ünlenmişlerdi. Yöneticileri dünyanın en zengin ve en güçlülerindendi. Bizans İmparatorluğu’nun gurur duyduğu şeylerden biri, İmparator Varangian’ın muhafızlarının tamamen Rusya’dan ve İskandinavya’dan gelme Vikinglerden oluşmasıydı. Vikingler gemileriyle Dublin’den Kiev’e kadar yelken açarlardı.

Vikingler, İskandinavya’lı korsan ve tüccar kavim olup yılın büyük kısmını denizlerde geçirmiş olan savaşçı bir halktır. 8 – 11. yüzyıllar arasında kuzeybatı Avrupa’da birçok yeri fethetmişlerdir.

Vikingler; 8. ve 11. yüzyıllarda, savaşçı İskandinav (bugün Norveç, İsveç ve Danimarka) kavimleri Avrupa kıyılarına sık sık saldırılarda bulunuyordu. Önceleri yağma amacı güden bu savaşçılar, sonradan ele geçirdikleri topraklarda yerleşerek çiftçilik yapmaya başladı. Ticaretle de uğraşan Vikingler’in akınları zamanla keşif ve fetih hareketine dönüştü. İzlandalı Vikingler Amerika’ya Kristof Kolomb’dan çok daha önce ulaştılarsa da, bu kıtaya ilk ayak basanlar olarak adları duyulmadı.





Ölümden korkmayan, amansız savaşçılar olan Vikingler kiliseleri yağmalayarak, sürüleri talan ederek, evleri yakıp insanları öldürerek çevrelerine dehşet salıyordu.
9. yüzyılda Vikingler İngiltere kıyılarına akınlar düzenlediler. Far Öer, Shetland ve Orkney adalarına, Caithness, Hebrid Adaları, Man Adası, Dublin, İrlanda’nın güneydoğusu ve İngiltere’nin kuzeybatısına yerleştiler. İskandinavyalılar, bugün torunlarının yaşadığı İzlanda’ya da gittiler ve Grönland’ın güneybatısına yerleştiler.
Bu seferin önderi Kızıl Erik idi. Kuzey Amerika’ya ilk ulaşanların ise Kızıl Erik’in oğlu Leif Eriksson’un önderliğindeki Grönland Vikingler’i olduğu sanılmaktadır. Leif Eriksson yaklaşık 1002′de Grönland’dan Norveç’e gitti. Kral I. Olav Tryggvason’un etkisiyle  Hıristiyan oldu. Grönland’a, dönüş sırasında büyük bir olasılıkla rotasını şaşırarak sürüklenmeye başladı ve Kuzey Amerika kıyılarında, Nova Scoria ile Cod Burnu arasındaki bir bölgeye çıktı.

Danimarka Vikingler’i güneye doğru ilerleyerek Avrupa kıyılarına akınlar düzenlediler. Bazı gemiler İspanya, Fas ve hatta İtalya’ya kadar indi. Danimarka Vikingler’i İngiltere’ye de göz dikmişlerdi. 865′te büyük önderleri Ragnar Lodbrok’un oğulları İngiltere’ye çıkarak Doğu Anglia ile Northumbria’yı işgal ettiler ve buraya yerleştiler. 9. yüzyılın sonlarına doğru işgalci Dan orduları İngiltere’nin güneyini istila etmeye başladı. Kral Alfred (Büyük Alfred) onları ülkesinden çıkarmayı başardı. Alfred’den sonraki krallar da bu mücadeleyi sürdürdü ve 954′te son Viking kralı da bölgeden sürüldü. Ama bundan sonra da İngiltere Viking saldırılarının hedefi oldu.
Danimarkalılar, Norveçliler ve İsveçliler 10. yüzyılın sonlarına doğru bu ülkenin geniş sahipsiz alanlarına yerleşti. İngiltere Kralı II. Ethelred onlara karşı koyamayacak kadar güçsüzdü ve ülkesi 1013′te Danimarka Kralı Svend tarafından işgal edildi. Bir yıl sonra Svend ölünce oğlu Canute, Danimarka’nın ve Norveç’in büyük bir bölümünün hükümdarı olduğu gibi, İngiltere’nin de kralı oldu. 1066′da I. William İngiltere’yi güneyden, aynı yıl Norveç Kralı III. Harald da kuzeyden işgal etti. III. Harald Yorkshire’ı yakıp yıktıysa da, sonunda İngiltere Kralı II. Harold’a yenildi. İsveçli Vikingler Baltık Denizi’nin doğusundaki topraklan fethettiler. Dinyeper Irmağı’ndan Karadeniz’e, Volga Irmağı’ndan da Hazar Denizi’ne indiler ve zamanla, “Rus” adını verdikleri Slav nüfusla karıştılar.

1 Haziran 2014 Pazar

30 Mayıs 2014 Cuma


İstanbul'un Fethi, 29 Mayıs 1453 tarihinde Doğu Roma İmparatorluğu'nun başkenti Konstantinopolis'in II. Mehmed önderliğindeki Osmanlı ordusu tarafından alınmasıdır. Şehir, daha sonra Osmanlı İmparatorluğu'na başkentlik yapmıştır. İstanbul'un fethi ile 1058 yıllık Doğu Roma İmparatorluğu sona ermiş, Orta Çağ kapanıp Yeni Çağ başlamıştır.

Osmanlı Donanması'nın Haliç'e indirilmesi ile birlikte savaşın seyri Osmanlılara döndü. İstanbul'a 19 Nisan, 6 Mayıs ve 12 Mayıs'ta büyük hücumlar düzenlendi fakat şehir ele geçirilmedi. Kuşatma oldukça uzun sürmüş, Osmanlı askerleri moral ve fizikî açıdan kötü duruma düşmüştü. Bu gelişmeler üzerine II. Mehmed, 29 Mayıs'ta büyük taaruz için emir verdi. 29 Mayıs'ta günün ilk ışıkları ile başlayan taaruz sonucu, Ulubatlı Hasan'ın Bizans surlarına çıkarak Osmanlı sancağını dikmesi ile Osmanlı ordusu moral kazandı ve savaşa topyekün karşılık verdi. Açılan gediklerin kapatılamaması ve Osmanlı ordusunun topyekün saldırısı karşısında Konstantinopolis, 29 Mayıs 1453 Salı günü II. Mehmed'in önderliğindeki Osmanlı birliklerine teslim oldu. Konstantinopolis'in alınması ile birlikte topların deldiği surlardan içeri giren II. Mehmed, halkın sevgi gösterisi ile karşılandı. Bu fetihten sonra II. Mehmed, Fatih unvanını aldı ve Fatih Sultan Mehmed olarak anılmaya başladı.

İstanbul'un fethi Avrupa'da büyük yankı uyandırdı. Başta Vatikan ve Sırbistan Prensliği sıranın kendilerine geldiğini düşünmekteydi. Papa'nın önderliğinde bir Haçlı Ordusu toplanmak istendiyse de Avrupa'nın o dönemki iç siyaset karışıklıklarından ötürü bu gerçekleştirilemedi. Yunanlar, Doğu Roma'nın mirasçısı olduklarını iddia ettiler. Bu iddialar üzerine Doğu Roma’nın yaşayan son prensleri Mora Yarımadası'nda Fatih'in emri ile öldürüldü. İstanbul'un fethi ile birçok bilim adamının İstanbul'dan Avrupa'ya kaçarak Rönesans hareketini başlatmışlardır.



28 Mayıs 2014 Çarşamba

UKRAYNA -DONETSK KATLİAMI -  DÜNYA SEYİRCİ




BU KATLİAMLARLA İLGİLİ SÖYLEYECEK SÖZ KALMADI. . .

Ukrayna'lı askerlerin , kendi kardeşlerini öldürdükleri resim...





SURİYE KATLİAMI - DÜNYA SEYİRCİ

Suriye'de savaşın başladığı 2011 yılından bu yana hayatını kaybedenlerin sayısının 140 bin 41'e ulaştığı bildirildi.

Raporda, ölen 71 bin sivilden 7 bin 626'sının çocuk, 5 bin 64'ünün kadın olduğu belirtildi.

Suriye'de savaşan muhaliflerin verdiği kayıplara da değinilen raporda, Esed rejiminden ayrılan askerlerden 2 bin 257, muhaliflerden ise 9 bin kişinin hayatını kaybettiği kaydedildi.

NERDEYDİ ADALET.... ÜLKENİN PETROLÜ YOK .... SÖMÜRÜLECEK TARAFI YOK DİYE UĞRUNA SAVAŞMAYA DEĞMEZ OZAMAN... EVET...  İNSAN OLMAK BUKADAR BASİT  İŞTE...
BİR SİLAHIN TETİĞİNE BAKIYOR... 









26 Mayıs 2014 Pazartesi

Ukrayna Krizi - Kırım Meselesi







1- KIRIM NİÇİN KRİZİN MERKEZİ HALİNE GELDİ?

Ukrayna’nın Karadeniz kıyısındaki Kırım yarımadası, ülkedeki Rusya yanlısı hissiyatın, yani olası bir ayrılıkçı hareketin kalbi olarak değerlendiriliyor. Yanukoviç’in devrilmesinin ardından, Rusya yanlısı en geniş çaplı gösteriler Kırım’da yapıldı. Rusya’nın Karadeniz Filosu’na ev sahipliği de yapan bölgede, yerel parlamento Kiev’den ayrılıp ayrılmama konusunda referandum düzenleme kararını açıkladı. Perşembe gecesi bölgedeki Sivastopol ve Simferol havaalanları Rus üniforması giyen kişilerce işgal edildi; Kiev Karadeniz Filosu nedeniyle bölgede bulunan Rus askerlerini suçlarken, Moskova iddiayı reddetti. En son da Rus işgali iddiası ortaya atıldı.




1000 yıl önce Kiev, ‘Rus’ denen ve Batı’da İngiltere’ye kadar uzanan bağlantıları bulunan Ortodoks Hıristiyan bir devletin başkentiydi. Ama 13’üncü yüzyılda Tatarlar Rus’u yıktı, sadece kuzeyde birkaç beylik bıraktı, Moskova adında ormanların derinliğinde ücra bir kasaba da bunlar arasındaydı.
Slavca ‘sınır toprakları’ anlamına gelen Ukrayna için, bugün bildiğimiz haline gelene dek, Tatarlar, Polonyalılar, Litvanyalılar, Ruslar, Türkler, İsveçliler ve Kazaklar sürekli olarak savaştı. 17. yüzyılda Kiev dahil büyük bir bölümü Rusya’ya katıldı. Sonraki yüzyılda batıdaki Galiçya, Avusturyalılara geçti ama 1. Dünya Savaşı'ndan sonra Polonya tarafından alındı; Ukrayna’nın geri kalanı ise Sovyetler Birliği'ne dahil oldu. Churchill, Roosevelt ve Stalin, Galiçya ile başkenti Lviv’i 1945’te Ukrayna’ya verdi. Tabii tüm bu değişiklikler bol kanlı çatışmalar eşliğinde gerçekleşti. 
Ukrayna’nın Kırım Yarımadası farklı ama bir o kadar çalkantılı yol izledi. Güçlü ve saldırgan Tatar devletinin tahtıyken, 18. yüzyılda Ruslar tarafından fethedilip ilhak edildi. Stalin 1944’te Tatar nüfusu topraklarından sürerken bunu Almanlarla işbirliği yapmalarıyla gerekçelendirdi. Daha sonra Tatarların geri dönmelerine izin çıktı. Kırım, Kruşçev tarafından Ukrayna’ya hediye olarak verilmesiyle ancak 1954’te Ukrayna’nın parçası haline geldi. 
Ukrayna, Sovyetler Birliği'nin 1991’de dağılmasıyla ortaçağdan beri ilk kez bağımsız ülke konumuna kavuştu. Başarı için gereken şartların çoğunu karşılayabilecek durumdaydı: Her ne kadar ekonomisi Sovyet mirasıyla sakatlanmış olsa da eğitimli nüfusu, dış dünya ile iyi ilişkileri, hatırı sayılı bir sanayii vardı. Ama muğlak bir milliyet hissiyatıyla hâlâ bölünmüş haldeydi. Bugün ülke nüfusunun yüzde 77’si Ukraynalı. Ama yüzde 17’si Rus, nüfusun üçte biri Rusça konuşuyor ve bu insanların çoğunun Rusya ile güçlü aile bağları var. Kesinkes Batı’ya bakanlar sadece Galiçya’daki Ukraynalılar

Bu arada Rusya’daki Rusların çoğu, Ukrayna’ya, uygarlıklarının beşiği olduğundan, güçlü duygular besliyor. En açık fikirliler bile Ukrayna’nın kaybını bir uzuvlarının kesilmesi gibi hissediyor. 
Başta işler iyi gidiyordu. Rusya ile Ukrayna, Rus Karadeniz Filosu'nun Kırım’da kalması için sağduyulu bir anlaşma yaptı. Ukraynalılar, iyi hesaplanmış ödünler vererek, Kırım’daki Rus nüfusun anavatanlarıyla daha yakın bağlar içinde olma taleplerini teskin etti. Ama Ukraynalıların ülkenin yeni liderlerinden yana şansları yoktu, çoğu beceriksiz ya da daha kötüsüydü. Ekonomiyi modernleştirmeyi başaramadılar, yolsuzluk kontrolden çıktı. Sonra 2000’de Putin geldi, Rusya’nın komşuları üzerindeki nüfuzunu güçlendirmeyi kafaya koymuştu. Batı da Rus hassasiyetlerine aldırmadan, Ukrayna’yı kendi yörüngesine çekmeye yönelik yanlış hesaplanmış girişimlerine başladı. Putin, ister açık ister gizli, çok çabalamasına karşın, Ukrayna’yı kendi arzusuna göre şekillendirmeyi başaramadı. Kuklası Yanukoviç’i 2004’te devlet başkanı seçtirdikten sonra, dökülen milyonlarca dolarlık Batı parasının desteğiyle 'turuncu devrim' tarafından devrilmesine tanıklık etti. Bunun sonucunda ortaya çıkan ‘demokratik’ liderlerin beceriksiz oldukları kadar yolsuz da oldukları anlaşıldı. Yanukoviç 2010’da demokratik seçimlerle yeniden başkanlığa geldi ama kendinden öncekilerden bile daha beceriksiz ve yolsuz olduğu ortaya çıktı. Dünyanın gözleri önüne modern ve güçlü bir Rusya sergilemek amacıyla düzenlenen Soçi Kış Olimpiyatları devam ederken, zorla iktidardan gönderilmesi, Putin açısından aşağılanma ve çevirdiği entrikaların hesapta olmayan bir sonucu oldu. .

Batı’nın Ukrayna politikasının iki elverişsiz parçası var. İlki saygın ama tümüyle retorik: Ukrayna’nın kendi geleceğine kendi karar verme hakkı vardır ve Rusya’nın buna karışabileceği yönünde hak iddiası meşru değildir. İkincisi eski moda bir jeopolitik parça: Ukrayna NATO ve AB bünyesine alınırsa, Rusya bir daha asla emperyal tehdit oluşturamaz. Sorumsuzluk noktasına gelip dayanan bu politika pratikte işe yaramaz. Zira dört unsuru görmezden geliyor: NATO ve AB üyeleri daha fazla genişleme hevesini kaybetti. Ukraynalıların çoğu AB üyesi olmaktan mutluluk duyacak olsalar da NATO’ya girmek istemiyor. Net çoğunluk Rusya ile aranın bozulmamasını istiyor. 
Hepsinin üzerinde, Batı’nın iradesini dayatacak enstrümanları yok. Rusya ile güç kullanarak çatışmaya girmeye yanaşmıyor. Hem ekonomik hem siyasi yaptırımlar uygulayabilir ama bu, kararlı Rusya’yı Ukrayna’ya karışmaktan vazgeçirmeye yetmez.


Batı için bunların alternatifi, Ruslarla ve Ukrayna adına otorite sahibi her kimse onunla konuşmaktır. Bugüne dek Amerikalılar kulislerde etkin olamadı, Britanyalılar dış politika yapmayı toptan bırakmış gibi görünüyor, harekete geçme kapasitesi gösterenler sadece Almanlar, Polonyalılar ve Fransızlar oldu. 
Nihai anlaşmanın, şüphe yok ki, hem Batı’nın NATO’nun Ukrayna’yı üye almaya çalışmayacağı hem de Rusya’nın Ukrayna’nın içişlerine karışmayacağı garantilerini ve Ruslarla Batı’nın felaket haldeki Ukrayna ekonomisini birlikte ayağa kaldırmasına yönelik düzenlemeleri içermesi gerekir. Ukrayna’yı kurtarmak için 35 milyar dolarlık muazzam rakamlar telaffuz ediliyor. Bu paranın doğru harcanmasını sağlamak daha da zorlu bir görev olacak.
Bunların hepsinin gerçekleşebilmesi için tüm tarafların tükürdüklerini yalaması lazım. Böylece Batı, demokrasiyle ilgili hoş ve boş sözlerden icraata geçebildiğini gösterir. Ama bunlar başarılması çok zor işler. Üstelik muhtemelen geç kalındı. Lakin alternatifleri çok daha kötü sonuçlar vermeye mahkûm. (Britanya’nın 1988-92’deki Moskova Büyükelçisi. Son kitabının adı 'Afgantsy: 1979-89’da Afganistan’da Ruslar') 



2- KIRIM, RUSYA İÇİN NEDEN ÖNEMLİ?

Kırım tarihsel açıdan, Rusya’nın ‘sıcak denizlere inme’ ihtiyacının karşılanması için hayati önemde. Özellikle Sivastopol Limanı, Moskova’nın Karadeniz üzerinden Akdeniz ve ötesinde hakimiyet kurma arzusunun sembolü olarak görülüyor.

3- RUSYA’NIN BÖLGEDEKİ ETKİSİNİN KÖKENİ NEYE DAYANIYOR?

Stratejik konumu ve verimli arazileriyle dikkat çeken Kırım’ın tarihi istila ve işgallerle dolu. Hunlardan Venediklilere, Bizans’tan Osmanlı’ya birçok medeniyete ‘ev sahipliği’ yaptı. 18’inci yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’yla Rus İmparatorluğu arasında ‘gidip gelen’ Kırım, 1783’te Çariçe 2. Katerina döneminde ilhak edildi. 1954’te, Sovyet lideri Nikita Kruşçev tarafından Ukrayna’ya devredilene kadar Rusya’nın parçasıydı.

4- MOSKOVA KIRIM’I UKRAYNA’YA NASIL BIRAKTI?

Kruşçev, Rus hakimiyeti altına girişinin 300’üncü yıldönümünde Kırım’ı hediye olarak Ukrayna Sovyet Cumhuriyeti’ne verdi; karar 27 Şubat 1954’te, resmi Sovyet gazetesi Pravda’da tek cümlelik uzun bir paragraf olarak yayımlandı. Bazı Rusların bugün hâlâ hata olarak gördüğü karar, o dönemde pratikte pek fazla değişiklik yaratmıyordu. Ancak SSCB’nin 37 yıl sonra çökmesiyle bugün hem Ukrayna, hem de Rusya için bir anda önem kazandı. Rusya, en önemli filolarından birinin yeni bağımsız olan ve Avrupa’yla yakınlaşma ‘riski’ bulunan bir ülkede kalması gerçeğiyle başetmek zorundaydı.

5- KIRIM’IN YASAL STATÜSÜ NE?

Kırım, 1996 Anayası’na göre Ukrayna içinde özerk bir cumhuriyet statüsüne sahip ama yasal olarak Ukrayna’nın parçası. Kendi parlamentosunu seçiyor. Bu parlamento, tarım, altyapı ve turizm politikalarını belirleme yetkisine sahip. Ancak 1995’te, Rusya yanlısı ayrılıkçı bir adayın seçimleri ezici çoğunlukla kazanması sonrası Kırım başkanlığı makamı kaldırıldı. Şu an bölgenin başkanlık temsilcisi ve başbakanı Kiev tarafından atanıyor.

6- SİVASTOPOL NİYE ÖNEMLİ?

Sivastopol, Kiev’le birlikte Ukrayna’da ‘özel statü’ taşıyan iki kentten biri. Sovyet döneminden bu yana Rusya’nın Karadeniz Filosu’na evsahipliği yapıyor. Rusya, Sovyetler’in çöktüğü 1991’de Kiev’le uzun müzakereleden sonra buradaki üssünü 2017’ye kadar tutma hakkını kazandı. Rusya yanlısı Viktor Yanukoviç’in 2010’da yeniden iktidara gelmesinden sonra da, Rus doğalgazının yüzde 30 oranında daha ucuza alınması karşılığında bu süre 25 yıl uzatıldı; 2047’ye kadar yeniden uzatılması ‘opsiyonu’ da tanındı.

Sivastopol, Kiev’deki iktidarın ‘yönelim’ine göre Moskova’yla zaman zaman gerilime sebep oluyor. Batı yanlısı Viktor Yuşçenko’nun iktidarda olduğu 2008’de Kiev Rusya’yı, Gürcistan’daki yine Batı yanlısı Mihail Saakaşvili’yle ihtilafta Karadeniz Filosu’nu kullanmaması için uyarmıştı. Yanukoviç sonrasında da benzer bir gerilim söz konusu.

7– TATARLARIN STATÜSÜ NE?

Kırım’ın Nazi işgalinden kurtarılmasından sonra, Joseph Stalin 1944 yılında 1 milyona yakın Tatar’ı Nazilerle işbirliği yaptıkları gerekçesiyle Sibirya ve Orta Asya’ya tehcir etti. Birçoğu yolda hayatını kaybetti. Tatarlar Sovyetler Birliği’nin çökmesinin ardından bölgeye dönmeye başlasa da yüksek işsizlik oranlarıyla karşılaştı. O tarihten bu yana, Tatarlarla Ruslar arasında özellikle mülkler konusunda anlaşmazlık yaşanıyor.




25 Mayıs 2014 Pazar

İnsanoğlunun Soru Sormasının Gerekçesi/Mazereti ve Sınırı Nedir?

Atinalı Sokrat (İÖ 469–399) uzlaşmaz karşıtlıklara meydan okumanın spekülatif filozoflar için yarattığı ikilemle başa çıkmanın yolunu ararken, Küçük Asya kıyılarından Sicilya’ya kadar Grekçe konuşan dünyaya yayılmış olan felsefi hareketlilik, Atina’da yoğunlaşarak, önderlerinden biri olan Perikles’in ifadesiyle “Hellas okulu” haline gelir. 

Atinalı bir taş ustasının oğlu olan Sokrat’ın Atina’nın felaketiyle sonuçlanan Sparta Savaşı’nda -temayüz etmese bile- cesaretle savaştığı anlaşılmaktadır.

 Felsefe eğitimi de gören Sokrat -spekülatif düşünceyi uygulamaya koyanları içine düştükleri tuzaktan kurtarmak üzere- belirli bir soru sorma yöntemini, bir diğer ifadeyle, “yaygın ve fakat gelişigüzel görüşleri yoğun akılcı sorgulamaya tabi tutma yöntemini” benimser. 

Zaman içinde, hemşerileri, onun geleneksel görüşlere sürekli burnunu sokmasını sadece sıkıcı değil, tehditkâr bir tutum olarak görmeye başlarlar ki, bu durum, Sparta yenilgisi sırasında ve sonrasında siyaseten yönünü şaşırmış olan şehirde, bir tür Atina karşıtlığı olarak algılanmakta gecikmez.

 Sokrat’ın, kötülüğüyle ünlü münafık Alcibiades dahil, şaibeli bir grup zengin ve genç adamla ilişki içinde olması da itibarını zedeler ve sonunda, yeni görüşler ihdas etmek ve Atina gençliğini kötü yola sevk etmekle suçlanarak yargılanıp ölüme mahkûm edilir. 

Duruşmanın aşağıda sunulan tasvirini öğrencisi Eflâtun, Apologia’da (Savunma) kayda geçirir. Duruşmanın halka açık olarak yapıldığı düşünülürse, Apologia’da Sokrat’a atfedilen ifadelerin savunma sırasında Sokrat tarafından gerçekten dile getirildiği kabul edilebilir.



Sokrat’ın Savunması

Eflâtun

Doğrusu Atinalılar, Meletos’un bana yüklediği kötülüklerin suçlusu olmadığıma inandırmak için sizi, saptamamı uzatmam gerektiğini sanmıyorum; dediklerim yeter.
Ama daha önce de söylediğim gibi, bana karşı beslenen düşmanlıklar, günüler sayısız; iyi bilin, doğrudur bunlar. 
Suçlu diye yargılı olursam, işte bunlar yüzünden olurum, bu yüzden yitiririm. Ne Meletos, ne de Anitos1 yüzünden. O leke sürmeler, şu bir yığın adamın çekemezliği yok mu, nice nice kişilerin yok olmalarına yol açtı, daha da açar elbet; öyle ya bu kötülük gelip bana dayanmakla kalmaz ki.

Belki şöyle diyecek biri bana: “Peki Sokrat, seni böyle ölüme sürükleyecek bir yaşam sürmekten utanç duymuyor musun?” Bu adama şu doğru yanıtla karşılık verebilirim: “Yanılıyorsun gönüldeşim. Bir adamın değeri ne denli az olursa olsun, ölür müyüm, kalır mıyım diye düşünmemelidir o adam. Bir iş görürken doğru mu eğri mi davrandığını, yiğit bir adam gibi mi, yoksa ödlek bir adam gibi mi davrandığını düşünmelidir yalnız. 

Sana kalırsa, Troia’da ölen yarı-tanrıların hepsini, bu arada onursuzluğa karşı her türlü sakıncayı göze aldığı için, özellikle Thetis’in oğlunu2 bönlükle damgalamak gerekir. Onun Hektor’u bir ayak önce öldürmek için ivecenlik ettiğini gören anası, tanrı kadın, yanılmıyorsam aşağı yukarı şu sözleri söylemişti ona: “Oğlum, arkadaşın Patroklos’un ölüm öcünü alırsan, yok edersin Hektor’u, şunu bil ki sen de öleceksin; çünkü şıpın arkasından yargı bekliyor seni, tanrı dileği böyle buyuruyor.” Bu öğüt ölüme, sakıncaya kulak asmamaktan alıkoymadı onu; gönüldeşlerinin öcünü almadan, alçak olarak yaşamaktan daha çok korkuyordu. “Şurada, şu gibi, maskara gibi durmaktansa, öcümü alayım düşmanımdan, sonra ben de öleyim!”3 Ölüme, sakıncaya bana mısın, dedi mi o? En doğru davranış, Atinalılar, bir kimsenin yeri neresi olursa olsun, ister kendinin yaraşık bulup seçtiği, ister komutanının gösterdiği yerde sakıncaya karşı dayatmak, diretmektir bence; ölümü, ona benzer daha nice sakıncaları değil, ancak onuru göz önünde tutmalıdır insan. 

Atinalılar, benim için de bundan başka türlü davranmak, çok garip bir çelişmeye düşmek olurdu; çünkü Potidea’da, Amphipolis’te, Delion’da4, seçtiğiniz komutanların gösterdikleri yerde, her türlü ölüm sakıncası karşısında bütün gözüpekliğiyle duran ben, şimdi tanrı5 beni, kendimi ve başkalarını incelemek, sınamak için filozoflukla görevlendirdiğinde ölüm ya da başka bir şey korkusuyla işimi bırakıp nasıl kaçardım? Böyle bir tutum gerçekten ağır bir suç olurdu. Kendimi bilge sanarak ölüm korkusuyla tanrı buyruğuna baş eğmeseydim, o zaman pek haklı olarak yargı yerine çağırılabilir, tanrıların varlığını yadsımaktan suçlandırılabilirdim. Çünkü ölüm korkusu, Atinalılar, kişinin gerçekte bilge değilken kendini bilge sanması değil midir? Kişinin bilmediğini bilir sanması değil midir? Gerçekte, kimse bilmiyor ölümün ne olduğunu; insana vergi en büyük iyiliktir belki ölüm; ama en büyük kötülükmüş gibi korkuluyor ondan. Bilmediğimiz bir şeyi bildiğimizi sanmak kınanacak bir bilgisizlik değil midir? 

Birçok insanlardan işte bu bakımdan ayrımlıyım yargıçlar; bir takım işlerde başka birinden daha bilge olduğumu demeye dilim varmıyorsa bundandır. Öyle ya, ben öteki dünyada olup bitenleri yeterince bilmeyerek, biliyor düşüncesine kapılmıyorum. Ama tanrı olsun, insan olsun kendimden daha iyi birine kötülük yapmanın, boyun eğmemenin kötü ve utanılası olduğunu biliyorum. Kötülük olduğunu iyice bildiğim şeylerden korkarım; ama iyi olmadığını kestirmediğim şeylerden ne korkar, ne de çekinirim.

Beni koyuverseniz bile, beni sizin karşınıza çıkarmamak gerektiğini ya da çıkarılırsam yüzde yüz ölüme yargılı kılmanız gerektiğini -çünkü ölüm cezası verilmezse çocuklarınız Sokrat’ın öğütlerini dinleyerek büsbütün baştan çıkacak, bozulacaklardır- söyleyen Anitos’u dinlemezseniz; bu sav üstüne bana: “Sokrat Anitos’u dinlemeyerek salıvereceğiz seni, ancak bir koşulla, artık bundan böyle insanları sınamayacak, sorguya çekmeyecek, filozofluk etmeyeceksin; bu koşulu yerine getirmezsen öleceksin” deseniz; söylediğim gibi, beni bu koşulla salıverirseniz, şöyle yanıtlarım sizi: 

“Atinalılar, saygı ve sevgim vardır sizlere, ama ben size değil, tanrıya boyun eğerim daha çok, son soluğuma değin, elimden geldiğince felsefe ile uğraşmaktan, sizleri buna yöneltmekten, felsefeyi öğretmekten geri durmayacağım. Kiminle karşılaşırsam, alışkanlığım üzere, şöyle diyeceğim ona: ‘Sen ki gönüldeşim, Atinalısın, dünyanın en büyük, bilgeliğiyle, gücüyle en çok ün salmış kentin hemşerisisin, paraya, şana, onura bunca önem verirsin, sıkılmaz mısın bundan, yüzün kızarmaz mı?” İçinizden biri bana karşı koyup bu saydıklarıma önem verdiğini ileri sürerse, yakasını bırakacağımı, onu salıvereceğimi sanmayınız; sınayacağım, sorguya çekeceğim onu, ince eleyip sık dokuyacağım, o ne derse desin, erdemli olmadığını anlarsam, kendisini değeri çok olana az değer verdiğinden, değeri az olana çok değer verdiğinden ötürü utandıracağım onu. Karşıma çıkan kim olursa olsun, böyle yapacağım, genç olsun, yaşlı olsun, yerli olsun yabancı olsun; ama özellikle hemşerilerime böyle davranacağım, çünkü sizleri kendime daha yakın duyuyorum. Şunu da iyi biliniz ki, tanrının buyruğudur bu; tanrının buyruğunu yerine getiren benden başka hiç kimse şimdiye değin bundan daha büyük bir çaba, iyilik göstermemiştir kentimize.

Çünkü benim sokaklarda dolaşarak genç yaşlı hepinizi bedeninize, paraya pula değil, her şeyden önce canın, tinin eğitimine, yetkinliğine önem vermeniz gerektiğine inandırmaktan başka bir ereğim yok. Bakın gene söylüyorum size, zenginlikle, parayla pulla elde edilmez erdem, ama zenginlik, genel olsun özel olsun her türlü iyilik ancak erdemden gelir. Bunları söyleyerek gençliği baştan çıkarıyor, doğru yoldan ayırıyorsam, yukarıda andığım özdeyişlerin dokuncalı olduğunu benimsemek gerekir. Ama biri çıkıp da öğrettiğim şeylerin bunlar olmadığını ileri sürerse yalan söylemiş olur. Bunun burasında şöyle diyeceğim size Atinalılar: “İster dinleyin, ister dinlemeyin Anitos’u, ister salın, ister salıvermeyin beni; iyice bilin ki şunu, bir değil bin kez ölmem gerekse bile, hiç mi hiç değiştirmeyeceğim yolumu.”6



* Apologia, Sokrat’ın Savunması, Plato: Diyaloglar 28a-30b, Türkçesi Teoman Aktürel, Remzi Kitab-evi 2009.






23 Mayıs 2014 Cuma

Hayatın anlamı

Eski zamanların birinde bir adam hayatın anlamının ne olduğuna takmış kafayı...

Bulduğu hiçbir yanıt ona yeterli gelmemiş ve başkalarına sormaya karar vermiş.. Ama aldığı yanıtlar da ona yetmemiş. Fakat mutlaka bir yanıtı olmalı diyormuş.. Ve dolaşıp herkese bunu sormaya karar vermiş.. Köy, kasaba, ülke dolaşmış, bu arada zaman da durmuyor tabii ki ...

Tam umudunu yitirmişken bir köyde konuştuğu insanlar ona

-Şu karşı ki dağları görüyor musun, orada yaşlı bir bilge yaşar istersen ona git belki o sana aradığın yanıtı verebilir, demişler.

Çok zorlu bir yolculuk sonunda Bilgenin yaşadığı eve ulaşmış adam. Kapıdan içeri girmiş ve bilgeye hayatın anlamının ne olduğunu sormuş .. Bilge “sana bunun yanıtını söylerim ama önce bir sınavdan geçmen gerekiyor” demiş . Adam kabul etmiş. 

Bilge bir çay kaşığı vermiş adamın eline ve içine de silme bir şekilde zeytinyağı doldurmuş.
- Şimdi çık ve bahçede bir tur at, tekrar buraya gel ... Yalnız dikkat et, kaşıktaki zeytinyağı eksilmesin, eğer bir damla eksilirse kaybedersin..
Adam, gözü çay kaşığında, bahçeyi turlayıp gelmiş. Bilge bakmış evet demiş "kaşıkta yağ eksilmemiş, peki bahçe nasıldı?"

Adam şaşkın...
- Ama demiş ben kaşıktan başka bir yere bakmadım ki ...
- Şimdi tekrar bahçeyi dolaşıyorsun, kaşık yine elinde olacak ama bahçeyi inceleyip gel, demiş Bilge...
Adam tekrar bahçeye çıkmış, gördüğü  güzelliklerle büyülenmiş, muhteşem bir bahçedeymiş çünkü ... Geri geldiğinde bilge adama "bahçe nasıldı" diye sormuş ... 

Adam gördüğü güzellikler karşısında büyülendiğini anlatmış. Bilge gülümsemiş "ama kaşıkta hiç yağ kalmamış" demiş ve eklemiş:

- Hayat senin bakışınla anlam kazanır. Ya sadece bir noktayı görürsün, hayatın akıp gider, sen farkına varmazsın... Ya da görebileceğin tüm güzelliklerin tam ortasında hayatı yaşarsın, akıp giden zamanınanlam kazanır ... Hayatının anlamı senin bakışlarında gizli.